19 Haziran 2008 Perşembe

Güzeller #1 Baba Beni Eve Götür - Yiğiter Uluğ



Baba Beni Eve Götür

Baba beni maça götür" demişti Çocuk... Adam, Çocuk'u elinden tuttu ve maça götürdü. Henüz okula bile gitmeyen Çocuk'un yaşamındaki ilk maçtı bu. Genç bir baba olan Adam'ın da oğluyla beraber seyrettiği ilk maç...

Türkiye'nin yeni ve özgürlükçü bir anayasa ile biraz olsun nefes almaya başladığı bir dönemdi. Gençliğin, uzaklarda kopan fırtınaların dalgalarını hissettiği, köhnemiş ne varsa değiştirmek için yüreğinde umut filizleri beslediği yıllar... Futbol denen keyifli oyun sayesinde haritada bir yer edinme gayretindeki Anadolu kentlerinde safiyane hevesler, kabına sığamayan bir enerji vardı.

Evde, okulda, kışlada, camide, velhasıl hayatın her önemli dönemecinde şiddetle büyütülmüş bir toplumun çocukları, tribünde de kolay kolay sıynlamıyordu alışkanlıklarından... "Dayak cennetten çıkma" ydı bu topraklarda... Meşin top, kimi gün kentler arası vahşet gösterilerini tetikliyor, Sivas-Kayseri, Bursa-Eskişehir gibi yıllarca sürecek husumetlerin satırbaşı oluyordu.

Çocuk, önceleri babasının elinden tutarak, delikanlılığa ilk adımın ardından arkadaşlarıyla omuz omuza gittiği her maçta bir tatsızlık çıkacak diye endişelendi. Çoğu maç kazasız-belasız bitti... Yine de kan revan içinde ambulansa bindirilen yan hakemleri, boynunda rakip takımın atkısı var diye ağzı burnu dağıtılmış taraftarları hafızasından bir gün olsun silemedi.

Çocuk'un lise yıllarında Türkiye daha karanlık bir yol aynmına geldi ve statlardaki şiddet, yerini sokaklara sinen ölüm korkusuna bıraktı. O günlerde her mahallede bir otomatik silah tarrakası olağan sayılıyor, durakta bekleyen ya da kahvede oturan insanlar rastgele taranıp canından oluyor, gençlik, kanlı ve çılgın bir oyunun başrolünde oynuyor, oynatılıyordu. Ülkenin can kayıpları her gün çift haneli sayılara ulaşırken, futbolun mabedi Mithatpaşa Stadı'nda sükunet hakimdi. Tribünler, farklı renkler arasında eşit bölüşülür, laf atmalar olsa da hırıltı-dırıltı çıkmazdı.

Ve bir sabah tank sesiyle uyandı Türkiye... Bir dönem bitmiş, bir yenisi başlamıştı. O kadar çok kan akmıştı ki sokaklarda, bütün memleketi kocaman bir kışlaya çeviren, soruları yasaklayan ve sorular üzerine inşa edilmiş kurumların en kutsalı üniversiteyi herşeyin sorumlusu olarak gösteren bu düzeni alkışlarla karşıladı milyonlar... Kökeni dine ya da ataerkil aile yapısına dayanan ayıp ve günahlarla kuşatılmış gençliğin, eli kolu yeni yasaklarla bağlanıverdi. Kıpırdayacak yer yoktu artık...

Tek istisnayla: Stadyumlar!

Generallerin başucu kitabı öyle yazıyor olsa gerek; daha önce Franco'nun İspanya'da yaptığını, 12 Eylül Türkiye'ye uyarladı. Her türlü gösteri, yürüyüş, protesto yasaktı ama maç biletini cebinize koyduğunuz anda bu kuralların hepsini delmiş oluyordunuz. Taksim Meydanı'nda slogan atan bir genç kızı saçından tutup yerlerde sürükleyebilecek kadar hunharlaşan polis, tribün haydutlarına "Lütfen kardeşim..." diye hitap edecek kadar kibardı.

İçin için kaynayan ülke dev bir düdüklü tencereyse, statlar da onun buharını püskürttüğü delikler olmuştu. Ne futbolun futbolluğu kalmıştı, ne taraftarın taraftarlığı... Üniversite kapılarına yığılmış, dünyadaki yaşıtlarından gerilerde bırakılmış, cinsel sorunları çözümsüz kalmış, kimliksiz, eğitimsiz, dolayısıyla da işsiz ve umutsuz sayısız yoksul genç, tek eğlence olarak gördü 11'er kişiyle oynanan bu oyunu... Ama onların asıl isteği, tribünlerde kendi vahşi oyunlarını oynayabilmekti. Bu arada bir iktidar formülü bulmanın coşkusuyla kulüplerin yönetim koltuklarına kurulan açıkgöz işadamları da genç taraftarları ucuza manipüle edebilecek, sağa-sola saldırtabilecek, medyayı dümen sularına alabilecek güce kavuşmuşlardı.

Bunca yıldan, bunca yoldan gelen ve artık "baba" olan öykümüzün başındaki Çocuk, aldı oğlunu yanına ve müthiş bir aymazlıkla stadın yolunu tuttu. Oysa stat, yitirdiklerini haplarda arayanların, hayatı bıçağın sırtında yaşarken, belinden bıçağını eksik etmeyenlerin mekanı olmuştu.

Orayı kontrol ettiğini sananlar tutamıyordu dizginleri artık... İşportada 2 milyona satılan bir çakı kadardı en delikanlı canın değeri... Ve Çocuk elini sıkı sıkı tuttuğu Adam'a yalvardı:

"Baba beni eve götür."

2004 yılında yazılmış bir Yiğiter Uluğ yazısı. Güzeller start aldı..

Hiç yorum yok: